Bir kitap okuyunca, o kitabın yazarını da okur insan.
Yazar ölüp gitmiş denilse de ölmemiştir aslında. Bak hâlâ anlatıyordur, hâlâ konuşuyordur sayfalar arasından. Sen okurken kendinle harmanlarsın o yazıyı. İçine alır, içine girer, orada yoğrulursun.
Yazılana kadar yazarından yazı, okunmaya başlandığında ise okuyanındır artık…
Gövde gösterisi yaptıkları kongreleri lebaleb doldurup, kapalı spor salonlarının “karantinaya rağmen” doluluğu ile övündükleri günlerin ardından, kongreye bazen el mahkum, bazen da güle oynaya giden partililer bu ateşli sevdaları ile önce kendilerini, sonra da memleketi kırmızıya boyadılar.
Esnaf, öğrenci, öğretmen, emekli, turizmci, memlekette kim var kim yoksa herkesi yaktılar.
Çocukların bir enstrüman çalması ve sanatla haşır neşir olmasına olan inancımdan çocuklarımın ikisi de kısa da olsa bir müzik eğitiminden geçtiler. Birisi klavyenin tuşlarında tanırken sesleri, diğeri gitarın tellerinde gezindi.
Lakin ikisi de müzik üzerine devam etmedi.
Bu eğitimlerden onlara bir kaç tını, bana da o tınıları öğretenlerin arkadaşlıkları kaldı.
Televizyonun tek kanallı olduğu dönemlerde yayınlanan yabancı filmleri izlemek yeni yeni büyüyen bizler için dış dünyayı tanımaya başlamanın ilk adımlarıydı. Özellikle de Amerikan menşeli filmlerin büyüsüne kapılmamak mümkün değildi. Babamın gençlik dönemlerinde sinemalarda izleyip de masal niyetine anlattığı bütün o filmler televizyon sayesinde artık karşımdaydı işte. Hepsini siyah-beyaz izlediğim o filmlerin arasından etkilendiğim çok film oldu. Günlük hayat içerisinde pek çok olayla karşılaştıkça aklıma düştüler. Anı anına uymayan, karakterini çözemediğim, dengesiz ve hasta ruhlu insanları gördükçe “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” filmini hatırladım. Yağmurlu gecelerde Gene Kelly’nin “Singin’ in the Rain” filmindeki o meşhur dans sahnesi düştü aklıma. Ailesinin sözlerinden…
Son zamanlarda erkekler arasında yeni bir profil türedi. Giyimleri, tavırları, yaşantıları, saçları, fotoğraflardaki pozları ile bas bas “Ben de Nişantaşı çocuğuyum!” diye bağıran bir profil. Dapdaracık ve üstten birkaç düğmesi açılmış, içeriden göğüs kıllarının fışkırdığı gömlekler, dapdaracık ve kısa paçalı pantolonlar, babet çorabı ile giyilen ama çorapsız giyilmiş hissi veren ayakkabılar, tepeye kabartılmış saç, gıdığa indirilmiş sakal, elde son model telefon, parmakta iri taşlı yüzük, kolda duvar saati gibi bir saat, gülmeyen bir surat, suratın yarısını kapatacak kadar iri güneş gözlüğü, gidilen mekanda markası görünecek şekilde içilen içki ve tüm bunlardan sonra, ki olmazsa olmaz, araba önünde çekilmiş havalı bir…
11 Mart 2021 akşamı, Bursa Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde, Dr. Yaşar Can Bağatırlar ve Özlem Özkoşar’ın hazırladığı, “Kraliçe Shakespeare” oyununun ilk gösterimini izledim. Oyunculuğunu Özkoşar’ın üstlendiği tek kişilik oyunda “Kraliçe Birinci Elizabeth üzerinden, erkek egemen bir kültürde kadının yaşadığı sıkışmışlık” anlatılıyordu.
Bakire Kraliçe olarak anılan Birinci Elizabeth’in kraliçeliğinin ilk zamanlarında hem geçmişinin hem de tacının altında ezilişini, bir kadın olarak savaşlara ve ölümlere isyan edişini, masum yüreğini katılaştırmamak için gösterdiği çabayı, sözünü dinletebilmek için aşktan ve kadınlığından vazgeçişini, bu evrelerden geçerken nasıl değiştiğini ve nasıl bembeyaz ve donuk bir surata büründüğünü izledik.
Bu yazımı feminist feminist yazacağım müsaadenizle. Her kelimesinden feminizm damlayacak cümlelerin.
Yazılarım ne maskülen ne feminendir genelde, lakin bu kez epey bir “femen”lik edeceğim…
Feminizmi başımıza Duygu Asena’nın icat çıkardığını düşünüp de Asena’ya veryansın edenlere selam ederek başlayalım yazmaya. Sonra dönüp bakalım feminizmin ortaya çıkışı nerelere kadar gider?
Havva anamız Adem babamıza ‘Kadın Hakları’ ile ilgili bir zılgıt çekmiş midir mesela?
okur -yazar - çizer